Modern kadının yükü artıyor!

Toplumda kadına biçilen roller, değişiyor gibi görünse de özünde aynı kalıpları yeniden üretmeye devam ediyor. Modern çağın kadını; iş hayatında başarılı, evde ilgili, sosyal çevresinde anlayışlı ve tüm bunların yanında daima "iyi" olmak zorunda bırakılıyor. Peki, bu çoklu roller arasında kadın kendisi olmayı nasıl başarabilir? Toplumsal cinsiyet rollerinin hem kadın hem erkek üzerindeki psikolojik etkilerini, tükenmişlik sendromunu ve kadınların en temel ihtiyaçlarının nasıl lükse dönüştüğünü 5N1K Psiko Akademi Kurucusu, Doktorant ve Aile Danışmanı Ebru Özer ile tüm açıklığıyla konuştuk.

Toplumun kadına biçtiği roller, modern çağda çeşitleniyor gibi görünse de aslında yalnızca şekil değiştiriyor. Uslu çocukluklardan başlayıp fedakar annelik, anlayışlı eş ve başarılı kariyer kadınına uzanan bu yolculuk, kadınların ruhsal dünyasında derin izler bırakıyor.

“Kadın olmak bir denge sanatıdır ama bu denge, çoğu zaman görünmez kurallarla örülü bir labirentte yol bulmaya benziyor. Her köşede farklı bir beklenti, her dönemeçte yeni bir rol” diyen 5N1K Psiko Akademi Kurucusu, Doktorant ve Aile Danışmanı Ebru Özer, 15 yılı aşkın mesleki deneyimiyle kadınların yaşadığı tükenmişliği, görünmez duygusal emeği ve modern dünyanın yüklediği "süper kadın" idealiyle nasıl baş etmeye çalıştıklarını anlatıyor.

Özer ile yaptığımız bu kapsamlı röportajda hem kadınların gerçek ihtiyaçlarına hem de toplumsal cinsiyet rollerinin gölgesinde kalan bireysel kimlik arayışına yakından bakıyoruz.

Kadının toplumdaki yeri denildiğinde sizce ne anlamalıyız?

Kadının 'yeri'nden bahsetmek bile sorunlu çünkü bu ifade onu sabit bir role hapsediyor. Oysa kadın, toplumun yaşayan kanıdır. Ne var ki bu kan, hâlâ erkeklerin çizdiği sınırlar içinde akıyor. Çocukken 'uslu dur' diye öğütlenen, iş hayatında 'fazla iddialı' bulunan kadınlarız. Bir erkeğin özgüveni takdir görürken, aynı davranış kadınlarda 'ukalalık' sayılabiliyor.

Kadınlar mükemmel olmaya çalışırken neden bu kadar tükeniyor?

Çünkü modern dünya, bize bir illüzyon sundu: 'Her şeye sahip olabilirsin!' vaadi... Ancak metnin alt yazısını okuyamadık: 'Ama aynı anda değil!' Sanayileşmeyle fabrikalara giren kadın, evdeki sorumlulukları da sırtında taşımaya devam etti. Bugün bir kadın, ofiste 'profesyonel' olurken, okuldan arayan öğretmene de ilk yanıt veren olmak zorunda. Sonuç? Kronik bir 'eksiklik' hissi."

Toplumsal cinsiyet rolleri sadece kadınları mı sınırlıyor?

Hayır, toplumsal cinsiyet rolleri herkesi zincirliyor aslında. Çünkü erkeklere 'duygularını kontrol etmesi' öğretilirken, aslında 'inkar etmesi' öğretiliyor. 'Erkek ağlamaz' diyen bir zihniyet, aynı zamanda 'Erkek çocuğuna bakmaz' diyor. Oysa babalık yapan, ev işlerine dahil olan erkekler, sadece eşlerinin yükünü hafifletmiyor, kendilerini de keşfediyorlar. Sonuç olarak kadınlara 'güçlü ama nazik', erkeklere 'duygusuz ama koruyucu' olmayı dayatan bu kalıplar, hepimizin özgürlüğünü çalıyor. Kadınlar 'yapamıyorum' diye suçluluk duyarken, erkekler 'hissedemiyorum' diye yalnızlaşıyor. Oysa insan olmanın tüm renklerini yaşayabilsek, hem ağlayabilen hem güçlü hem şefkatli hem kararlı bireyler olabilsek…

Toplumun kadınlara ve erkeklere biçtiği geleneksel roller, psikolojimizi nasıl etkiliyor?

Bu dayatmalar iki ucu keskin bir bıçak gibi... Kadınlar 'yapamıyorum' diye tükenirken, erkekler 'hissedemiyorum' diye yalnızlaşıyor. Örneğin, bir anne çocuğunun okul etkinliğini kaçırdığında suçluluk duyarken, baba 'duygularını gösterirse zayıf görüneceği' korkusuyla sessiz kalıyor. Oysa gerçek yakınlık, bu zırhlaşmayı kırabildiğimizde başlıyor.

Diğer yandan bu soru, özellikle kadın danışanlarımın seans sırasında en sık dile getirdiği çıkmazı özetliyor. Toplum bize sürekli 'yapmalısın'lar dayatıyor ama 'yapamazsan ne olur?'u hiç konuşmuyor. Bir kadın sabah işe yetişmeye çalışırken 'yeterince iyi bir anne olamadığını', akşam çocuğuna vakit ayıramadığında ise 'kariyerinde bencil olduğunu' düşünüyor. Bu kısır döngü, kronik bir 'hiçbir şeyi tam yapamama' hissi yaratıyor.

Peki, kadınlar eril toplum yapısı içinde var olmayı nasıl başarıyor? Toplumsal cinsiyet rolleri içinde sevgi, merhamet ve şefkatin yeri nerede kaldı?

Kadınlar, tarih boyunca eril tahakkümün yarattığı baskıyı, sessiz bir direnişle dönüştürerek ayakta kaldı. Ancak bu var olma mücadelesi, çoğu zaman "duygusal emek" yüküyle gizlendi. Toplum, kadından sevgi ve şefkat beklerken, bu özellikleri onun "doğal rolü" olarak kodladı. Oysa merhamet, tek taraflı bir fedakarlık değil, ilişkisel bir etkileşim olmalı. Kadın, eril sistemin dayattığı "duygusal sömürü"yü fark ettiğinde, öfke ve tükenmişlik kaçınılmaz oluyor.

Ebru Hanım, "duygusal emek" derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Günlük hayatta karşımıza nasıl çıkıyor?

Şöyle düşünün; bir hostes, sinirli bir yolcuya gülümserken içinde fırtınalar kopuyor ya da bir anne, işten yorgun geldiği halde çocuğunun ödevine sabırla yardım ediyor. İşte bu, duygularımızı bastırıp "rol yapma" halidir. Kadınlar bunu hem işte hem evde o kadar çok yapıyor ki, artık farkında bile olmuyorlar.

Peki bu durum neden özellikle kadınları etkiliyor?

Çünkü toplum kadına "Sen zaten doğuştan şefkatlisin, sabırlısın" diyor. Hemşirelik, öğretmenlik gibi mesleklerde kadınların fazla olması tesadüf değil. Aynı şey evde de geçerli: Eşinin stresini dinleyen, çocuğun krizlerini yöneten hep kadın oluyor. Sanki duygusal destek vermek kadının doğal görevi gibi!

Bu görünmez yükün bedeli nedir?

Bu bedel ruhsal ve bedensel olarak iki türlü ödeniyor. Sürekli "iyi hissetme" performansı, kaygıyı ve tükenmişliği tetikliyor. Migren, uykusuzluk gibi fiziksel belirtiler de cabası. En acısı da bir süre sonra "Ben aslında nasıl hissediyorum?" sorusunun unutulması.

Erkekler bu denklemde nerede duruyor?

Onlar da kaybediyor aslında. "Erkek adam ağlamaz" diyerek duygularını tanıyamayan bireyler yetiştiriyoruz. Oysa bir baba, çocuğuna sarılıp "Bugün üzgünüm" diyebilmeli. Bu kenetlenme hem ilişkileri yaralıyor hem de erkeklerin psikolojik yardım alma oranlarını düşürüyor.

Duygusal emeğin "değersiz" görülmesi hakkında ne dersiniz?

İronik değil mi? Toplumun huzuru için en çok buna ihtiyaç var aslında. Ama bir hemşirenin hastasına dokunuşu, bir öğretmenin sabrı "iş tanımında" yazmıyor. Oysa gerçek insanlık, "Bugün gücüm yok" diyebilmekte saklı.

Peki tüm bu rollerin arasında kadın, 'kendisi olma' ihtiyacını nasıl geri kazanabilir?

Cevap aslında tek bir cümlede saklı: Kendine yeniden izin vermek. Önce şunu anlamalıyız: Bir kadının 'ben' demesi, ailesine ya da kariyerine ihanet değil; tam tersine, tüm bu alanlara daha sağlıklı devam edebilmesinin tek yoludur. Gün içinde kadının kendisine ayıracağı 30 dakika, çocuğuna daha sabırlı, işine daha odaklı olmanın bedelidir aslında. Suçluluk duymadan dinlenebilmek, 'hayır' diyebilmek... Bunlar bencillik değil, hayatta kalma becerileridir. Tıpkı bir ağacın önce köklerini beslemesi gibi, kadın da kendini ihmal ederse ne annelik ne kariyer dalları meyve verebilir. Unutmayın: Kadın, 'kadınlık' denen bu ağacın hem kökü hem de bahçıvanı. Büyümek için kendisine alan açmalı ki, tüm rollere gerçekten yetişebilsin.

Peki bu kısır döngüyü kırmak için ilk adım ne olmalı?

Kadının kendi ihtiyaçlarını 'bencillik' değil 'özsaygı' olarak görmeye başlaması ilk adım olabilir. Ancak kendini besleyen, etrafına da gerçekten fayda sağlayabilir, çünkü bir mum başkasını değil, önce kendini yakmalı. Işık ancak böyle yayılır.

İnsanın 'kendi' kalabilmesinin sırrı nedir?

Şu gerçeği asla unutmayın: Siz bir rol değil, bir insansınız. Annelik, eşlik, kariyer... Bunlar hayatınızın parçaları olabilir ama tanımı olamaz. İzin verin kendinize, bazen yorulduğunuzu söyleyin, bazen 'hayır' deyin, bazen de sadece 'Ben' demenin kutsallığını hatırlayın. Ancak kendini kaybetmeyen, gerçekten sevebilir ve başarabilir.

Kadınların 'her şeyi yapabilir' ya da ‘süper kadın’ dayatması altında kaybettiği en temel şey ne sizce?

Toplumun 'süper kadın' dayatması, kadınların en temel insani ihtiyaçlarını bile lükse dönüştürüyor. 'Yorgunum' diyebilme özgürlüğünden mahrum bırakılan kadın, sürekli bir performans kaygısıyla yaşıyor. Oysa gerçek güç, kırılganlığı kabullenebilmekte yatar. Bu sistemde en çok eksik olan, samimi bir paylaşım kültürü yani hem kadınların destek istemekten çekinmemesi hem de erkeklerin 'Ben hallederim' diyebilmesi gerekiyor. Dinlenme hakkından tutun da tuvalete gitme özgürlüğüne kadar en temel ihtiyaçlar bile birer 'lütuf'a dönüşüyor. Kadınların çok yönlü kimliklerini yaşayabilmesi, sadece anne-eş-çalışan rollerine sıkıştırılmaması şart. En acısı ise tüm bu emeğin görünmez kalması; oysa takdir görmek her insanın en doğal ihtiyacı. Terapi odalarında duyduğum '10 yıldır ne istediğimi sormadılar' cümlesi, bu trajediyi özetliyor: Kadından her şeyi vermesi bekleniyor ama kendisine 'Sen ne istiyorsun?' diye sorulmuyor.